5 Şubat 2008 Salı

YAŞLININ SAĞLIKLISI

Önemli bir gezi dergisinin fotoğrafçısı olarak bir kez daha yollardaydı Burak. Dağ köylerinden birine yaklaşıyordu. Vadinin içine gömülmüş bacalardan çıkan dumanları görmüştü bir saat kadar önce. Ve şimdi bozuk yoldan aşağı inerken bir hayrata rastlamanın sevincini taşıyordu. Demir borudan akan buz gibi suyu avucuna doldurup ağzına götürünce üstüne çöken yorgunluk geri çekilip yerini tatlı bir ferahlık duygusuna bıraktı. Off! Enfes bir suydu bu. Çöküp avucunu baraj gibi kullanarak kana kana içmeye başladı. O esnada da tatlı, cilveli kıkırdamalar duydu. Ne zamandır yollarda olmanın getirdiği açlık kadınları da kapsıyordu. O yüzden hemen doğrulup arkasına baktı ama gördüğü yaşını artık kendisinin bile bilmediği belli olan buruş buruş bir kadındı. Sivri burnu neredeyse ağzına girecek gibiydi. Küçük kara gözleri yuvalarında dönerken bastonuna dayanarak yaylanıyor, dökülmüş dişlerini ortaya sererek gülücükler saçıyordu. Burak da ona güldü.
“Nasılsın anacım, iyi misin?”
Kıkırdadı kadın. Onu ayaktan başlayarak başına kadar süzüp yalandı.
“Huuu. Anacım, merhaba diyorum. Aşağıdaki köyden misin?”
Başını salladı ihtiyar hevesle. Sonra topallaya topallaya yaklaşıp bir daha süzdü Burak’ı.
Sıkıldığını hissetti o. Bu yaşlı kadın kendisine sulanıyor muydu yoksa? Kararını verdi hemen. “Hadi anacım, kendine iyi bak,” diyerek çantasını toplayıp yola koyuldu. Ancak kadın bastonuyla seke seke ilerlerken peşini bırakmaya hiç de niyetli görünmüyordu. Burak hızlansa da para etmedi. Bir zaman sonra gülerek durdu. “Anacım,” dedi. “Nereye gidiyorsun? Bırak peşimi, bak dedikodu çıkaracaklar. Ha ha!”
Kadın onu dinlemiyormuş gibi, vücudunu inceleyerek yaklaştı. Üstünde et namına bir şey kalmamış, tırnakları şekilsizce uzamış elini uzatıp önce kol kaslarını elledi. Bacakları okşamak üzere uzanınca Burak “Hoop, ayıp oluyo ama,” dedi kadının kolunu tutarak ve dönüp hızla yürümeye girişti “Hadi, sağlıcakla kal,” diyerek. Köyün girişine kadar da durmadı. Orada katırında fındık çuvallarıyla evine giden bir köylüyü yakaladığında baktı ki kadın tepede durmuş kendisini seyrediyor. Sorunca köylü güldü. Kadının meczubun biri olduğunu söyledi ardından. Burak el sallayıp öpücük gönderince elini tutup kendisini çekiştirdi ama. Demek ki köyden önemli bir adamın anası falandı. Beraberce, bu konuyu bir daha konuşmadan muhtarın yanına yollandılar.
O gün Burak meyve ağaçları ve otantik yapılarıyla kendisi için cennet sayılan bu köyde bir sürü fotoğraf çekti köyün çocuklarıyla şakalaşıp köpeklerini kovalayarak. Ama gerçekten, her şey içine sinmişti doğrusu. Akşam iyice inince muhtarlarda harika bir yemek yiyip kendisi için hazırlanan misafirhanenin yolunu tuttu gönül ferahlığıyla. Dergiye sunacağı öyle materyal birikmişti ki elinde...
Gözleri günün yorgunluğuna yenik düşerken, kitabı yana düştü. Yüzünde tatlı bir tebessüm vardı kendinden geçerken.
Uyandı sonra.
Sabah olmuş, kuş sesleri odanın beyaz kirecinde yankılanmaya başlamıştı. Doğrulmak için elini yana koydu. Boşlukta kayıp arkaya düşünce yüzü bulandı biraz. Ne olduğunu anlamamıştı. Sonra başını kaldırıp her yanına bakıverdi bir anda. Gördüklerine inanmadığı için gözlerini kapayıp bir kez daha açtı. Daha uyanmadığını düşünmüştü bir ara. Düştüğü kabusa koca bir küfür patlatarak bir daha kalkmaya davrandı ama hayır, tekrar sırt üstü düşüp kaplumbağa gibi kalakaldı yerinde.
Sonra gözleri sonuna kadar açılıp, başını savurarak delice haykırmaya başladı.
Kolları ve bacakları... Yoklardı yerlerinde!
Neredeyse kökünden koparıldıkları yer sanki dağlanmış gibiydi. Günler sürecek bir iyileşme süreciyle anca ulaşılabilecek bir düzeyde.., ustaca kapatılmıştı! Yatakta yatan sanki o değil de yılların dilencisiydi.
Öylesine bağırıyordu ki, köylülerin içeriye doluşması çok sürmedi. Giren ağzını tutuyor, kusmak için kendini dışarı atıyordu bir çoğu. Bazıları, böyle bir şey daha önce başlarına gelmiş, ya da beklenilebilir bir şeymiş gibi kafalarını sallıyorlardı.
Sonra her şey çok hızlı gelişti o bayılmışken. Jandarma çağrılmış ve civarda oldukları için iki saat içinde köyde bitmişlerdi. Burak’ı sedyeye koyup arabaya taşırlarken uyandı. Halini görür görmez ağlamaya, bağırmaya başladı yine ama ne kadar uğraşsa da sallayıp sağa sola vurabileceği ne bacağı ne kolu vardı.
Ve tam da onu arabaya sokarlarken “Duruuun!” diye bağırdı. “Duruun, yalvarırım!” Başını olabildiğince yana eğmiş, sedyenin de dengesini bozarak pörtlemiş gözleriyle ilerideki tepeye bakıyordu.
Orada parendeler atıp, beygir gibi koşturan, yerden koca koca taşlar alıp aşağıdaki dereye savuran birisiydi görmeye çalıştığı.
Bu o kadındı. Evet evet, yemin edebilirdi buna.
İçeri konup kapılar kapandığında ağlamaya başladı. Artık doğrulamıyor, arabanın tavanından ve koltuklardan başka bir şey göremiyordu.

Hiç yorum yok: